29. Uluslararası İstanbul Film Festivali

Üst üste iki gerçekliğin, aynı yolun farklı zamansallıklarını kaydetmesi gibi gerçek yaşamın usumuzda yarattığı kırılmalar; sinemanın evrensel dokunuşlarıyla birleştiğinde paradoksal bir paralelliği de öngörmüş oluyor.

Yaşamın genel planları, yakın planları, temsilin sadeliği ve simgeselliği, pornografinin bizahiti kendisi heline dönüşmüş olan şeylerin dünyası ve şairin yalnızlığı gibi durdurulamaz biçimde hızla tükenen sözcükler aleminin görüntüyle iç içe geçişi, tüm zamanların en acıklı ölümleri gibi bizi dört köşemizden sarmalamaya devam etmekte...

Savaşlar, ayrılıklar, yerine koyulamayan kayıplar, insan oluşumuzun kaçınılmaz zaafları...İşte bu nedenledir ki, film festivalleri düş gücünün ve yansıyan düşüncelerin istişaresine yatmış şaşırtıcı sinemacıların yakından izlenmesi açısından önemli bir aracı olmayı başarıyor. Montaj, ses ve görüntülerin dehalar yarattığı tüm eserler, doğru yerde ve zamanda kesilerek yorumlanan bir akışın tam da o noktada gerçekliğe meydan okunuşunun bir ürünü olarak bir sinemaseveri, bir sinema aşığına dönüştürebilme potansiyeli taşıyor daima...

Godard, Antonioni, Truffaut, Tarkovski ve birçok yönetmeni başyapıt sahipleri mertebesine ulaştıran sinemanın ulaştığı gerçek kaynak olan seyirci mucizesidir. Sinema dilinin keşfe değer saklı bir kente dönüşmesi ayrıcalığıdır.

Film festivallerinin en güzel tarafı filmi izleyicilerle film yapan ve filmin parçası olanların aynı mekanlar içinde birlikte ortaya çıkardıkları hoş atmosferlerdir. İzleyici bu tür festivalleri gerçekten zamansal ve ekonomik koşullarını göz ardı ederek ve canı gönülden istediği için izlemekte ve bu festivallerin katkısıyla filmlerini yeni yeni keşfettikleri yönetmenleri yakından izlemeye başlamaktadır. Bunun kişinin sinema bilgisine ve hayatına olan katkısı yadsınamaz.

Bir süre sonra insanların farklı filmlerin yönetmenlerini merak etmeye başlamaları ve yeni yönetmenleri bu şekilde keşfediyor oluşları da bu işin güzel kısmıdır. 3-18 Nisan 2010 tarihleri arasında devam eden 29.Uluslararası İstanbul Film Festivali de zengin programı ve gerçekten farklı bakış açıları içeren yönetmenlerin filmleriyle oldukça doyurucu bir etkinlik olarak İstanbul’da gerçekleştirilmeye devam etti.

Festival boyunca özellikle önemli yönetmenlerin yeni yapımlarını izleme şansı bulabildik ve Beyoğlu gösterim salonlarında hareketli ve heyecanlı anlara tanık olduk. Programda birbirinden etkileyici Belgeseller, Dünya Festivallerinden, Genç Ustalar, İstanbul: İçeriden ve Dışarıdan, Büyüleyici İsyancılar: Ortadoğu ve Kuzey Afrika’dan Bağımsız Sinemacılar Seçkisi bölümleri bence özellikle çok ilgi çekiciydi.

François Ozon yeni filmi Yuva ( Le Refuge) ile drama severlerin karşısındaydı. Yönetmen olarak ilgimi çeken Bruno Dumont ismini festival programında görmek beni mutlu etti. “Hadewijch” filmi ile Dumont etkileyici bir biçimde ‘inanç’ kavramı üzerine düşündürüyor. Claire Denise “Beyaz Adam” filmi ile sinemseverleri mutlu etmeyi başaran bir isim oldu.

Benim açımdan en mutlu edici isimlerden biri İsrail asıllı Lübnan filminin yönetmen Samuel Maoz idi. “Lübnan” otobiyografik bir film ve 66. Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan ödülünün de sahibi oldu. Bu yönetmeni farklı kılan önemli bir neden de var aslına bakılırsa. Maoz, 1. Lübnan Savaşı’na asker olarak katılmış ve savaş sırasında savaşın kabus dolu gerçeği olarak bir askeri öldürmek durumunda kalmış. Hayatta kalmak için bir başka insanı öldürmek zorunda kalmanın adeta bir filme dönüşmesini anlatan süreç Samuel Maoz’un acılı ve pişmanlık dolu iç konuşmaları olarak da değerlendirilebilir.

Bir tankın içindeki dört asklerden biri olarak 1982 yılında birebir yaşadığı savaşın filmini yapan Maoz aynı zamanda söyleyeceği sözü birinci elden bir kaynak olarak daha da etkili bir hale getirmiş. Filmin vicdanıyla bir hesaplaşma olduğunu söyleyen Maoz’un “Lübnan”ı bence kesinlikle görülmesi gereken bir usta işi. Dünyanın evrensel acıları dışında İstanbul’da gerçekleştirilen bu festival yıllar ve yıllar önce ailesi İstanbul’dan İsrail’e göç eden Maoz’un gözüyle Ortadoğu gerçeğini ensemizde hissedederek yaşayan bizler için de bir bakış açısı benzerliği içeriyor.

Daha bir çok isim tabi ki festival aracılığıyla bizlerle buluşmuş oldu. İlk film “gara giren tren”den bu yana, sinemanın vagonlarına eklenen ve eklenecek çok sayıda film için hep daha fazla heyecanlanıyor olacağız kuşkusuz.



Dosya

Özgür Köşe

Dünyada Eczacılık

Sektörel Bakış

Çepeçevre

Kültür Sanat