İnsanlar arasında deri rengi nedeniyle ayrım yapılmasına çocukluğumdan beri hiç anlam verememişimdir. İnsanın derisinin rengi farklı olsa ne olur ki? Onun rengi farklı, benimki farklı, ne fark eder? Boyayı mı beğenmiyorlar, yoksa boyacıyı mı???

        

Tabi ki aslında renk ve zevk meselesi değil mesele; ülkeleri rahat yönetme ve insanları ruhları duymadan sömürme ve köleleştirme aracı olarak ayrımcılığı kullanmak asıl olan. Tarihte çok ilginç ve çarpıcı örnekler var bu konuda.

 

Örneğin; sömürgecilik yarışında klasman dışı sayılabilecek Belçika, sömürgeciliği beceremeyen ve bilmeyen  Almanya’nın vazgeçmesi sonucu Ruanda’yı sömürgeleştirdi. Tüm sömürgeciler gibi de halkı birbirine düşman ederek ve olmayan iki farklı ırkın varlığını öne sürerek bunların arasındaki düşmanlığı körükledi. Bu sayede de yönetimini sağlamlaştırdı ve devamlılığını sağladı. 

        

Ayrım yapılırken fiziki özelliklerden daha çok mal varlıkları ve eğitim seviyeleri göz önünde bulunduruldu. Eğitimli, zengin, hatta 10’dan fazla ineği olanlar Tutsi, diğerleri Hutu olarak tanımlandı. Doğal olarak fakir olan Hutu’lar köle tarzında tarlalarda çalıştırıldı, diğerleri göreceli olarak daha rahat hayat sürdü. Sayıca az olan ve diğerlerine göre daha narin yapılı olan Tutsi’lere basit ayrıcalıklar verilerek bu ayrım ve düşmanlık körüklendi. Birbirlerine olan düşmanlıkları artınca da birbirlerini rahatça öldürebilmeleri için maliyeti 1 dolar bile olmayan palalar gizli eller tarafından kamyon kamyon dağıtıldı. Diğer sömürgecileri çırak çıkaran Belçikalıların bu davranışlarıyla alttan alta körükledikleri düşmanlığın ne kadar etkili olduğu da tescillenmiş oldu. Zira Ruandalılar; birbirlerini öldürmekten yorulunca yakaladıkları düşmanları (!) yaralıyor, dinlenince de öldürmeye devam ediyorlardı... Dünyada görülmemiş derecedeki vahşi iç savaşta, diğerlerini hesaba katmazsak sadece 1994 yılında yüz gün içinde 800.000 kişi öldü bu sayede...

        

Korku filmi gibi değil mi?

        

Ama maalesef gerçek!

        

Hangi toplum olursa olsun, içlerine ayrımcılık tohumu atıldığında , birine diğeri hedef gösterildiğinde ve bu ayrımcılık derinleşip keskinleştiğinde sömürgecilerin işi o kadar kolaylaşır, o kadar kolaylaşır ki; değmeyin keyiflerine!

        

Sömürgecilik denilince sadece tarihteki emperyalist devletler anlaşılmasın, çünkü köleleştirme her alanda, her sektörde olanca hızıyla devam ediyor.

        

Köleleştirmenin amacı çoğunluğun emeğini ve hakkını sömürerek azınlığın zenginleşmesini sağlamak olduğu için, köleleşen toplumlara her zaman günlük ihtiyaçlarını karşılayacak kadar ücret ödenir, hatta daha azı.  Zira, fazlası ekonomik açıdan güçlenmelerine neden olur, neme lazım! Sonra; neden daha fazlasını, hak ettiğimiz kadarını almıyoruz ki demeye başlarlar, sömürgeciliğin sonu olur, aman aman(!)...

        

Köleler sürekli geçim sıkıntısı içindedir, günlük ihtiyaçlarını karşıladıklarında, günü kurtardıklarında mutlu olurlar. Yaşamlarını sürdürmeleri için durmadan çalışmaları lazımdır, gündüz yetmez, gece, o da yetmez, cumartesi pazar çalışmaları ve yaptıklarını kontrol etmeleri gerekir. Eğer bir hata olursa Efendi verdiğini geri alır, kızar ve çok ağır bir şekilde cezalandırır. Verdim dediğini tam olarak nasıl veririm dediği belli olmadığı için vermez, ödeme günü geldiğinde zorunlu olarak verirse de gururuna yediremeyerek, verdiği lokmayı boğazından değil kölenin midesinden, midesiyle beraber geri alır. (Ne kadar da tanıdık!)

 

Bu anlattıklarını zaten biliyoruz, bizle ne alakası var diyenler olabilir, Ters Köşeden bakalım...

 

Herkes, her sektörde olabilecek normal sorunların dışında bir sorun yaşamadan mesleğini sürdürürken, yeni bir pazar açıyoruz size, daha da çok kazanacaksınız denildi. Madem çok kazanacaksınız, az kazananlarla aranızda fark olması lazım, onlardan daha fazla iskonto almamız lazım dediler. Az kazananlar az, çok kazananlar çok iskonto yapacak denildi. Hazırlanan tablolarda ve sunumlarda hep bu çok kazanan azınlık örnek verildi; “Sayıları az ama ne kadar çok ciro yapıyorlar görüyor musunuz?” denilerek.

 

Oysa; onların ne kadar çok personel çalıştırdıkları, ne kadar kira verdikleri, kısacası sabit işletme giderlerinin ne kadar yüksek , karlılıklarının ne kadar düşük olduğundan hiç bahsedilmedi. Bu kadar çok ciro yapmamaları lazımdı, bu haksılıktı(!). O halde bu haksızlığın da giderilmesi lazımdı.

 

Sonuçta öyle veya böyle; özellikle büyük şehirlerde büyük hastanelerin karşılarındaki eczaneler de birer ikişer kapandı, açık olanlar da yaşam mücadelesi veriyor. Yüksek cirolar ise, konumları sayesinde ilaç dışı ürünleri daha çok satabilenlere kaydı, ama ne ironiktir ki; onlar bu ciroyu ilaçtan sağlamadıkları halde, kuruma en yüksek iskontoyu yapmak zorunda kalmış durumdalar. İlaçtan kazanmıyorlar ama en yüksek iskontoyu onlar yapıyor. İlaçtan kim para kazanıyor öyleyse? Diğerleri mi?

 

Diğerlerine ne oldu? Kalkındılar mı? Hayır!

        

Onlar da hayatta kalma mücadelesi veriyorlar...

 

Hani herkes daha çok kazanacaktı???

 

“Bir yerlerde yanlış ya da eksik yapıldı, ama nerede?” diye sorarsak bileşik kaplar misali olan eczanelerin ilaç pazarında bir kaptan alıp diğer kaba aktarım yaptığınızda sistemin dengesini bozarak geçici bir süre seviyelerin değişmesini sağlarsınız, ama istikrar ve sürdürebilirlik sağlayamazsınız. Seviyeyi yukarı çekebilmek için sistemden almanız değil, vermeniz gereklidir.

 

Bu gerçeği görmeyi engellemek için ise Hutulara Tutsilerin hedef gösterilmesi gibi bilinçli ya da bilinçsiz olarak eczacılara eczacılar hedef gösterildi. An itibariyle; aylık 30 binin altında ciro yapan da ekonomik açıdan zorda, 100 binin üzerinde ciro yapan da, ama adeta birbirine düşman. Herkes bir diğerinin ortadan kalkmasıyla kendi durumunun düzeleceğini düşünüyor. “O kapanırsa benim durumum düzelir” sanarak.

 

Oysa; bir kaptan alıp, diğerine aktararak artı değer elde edemiyoruz, bu durumun farkında olmalıyız artık.

 

Aramızdaki ayrımcılık o boyutta ki, reçete başına alınan hizmet bedeli bile farklı farklı, 25 kuruşa 75 kuruş gibi kerameti kendinden menkul bir oran var. Herkes için 1 TL istense sanki ekonomik kriz çıkacak, ama kimse dillendiremiyor.

 

Bir de “akıllı eczane” tanımlaması girdi gündemimize ki, mevcutlar yetmiyormuş gibi, daha önceki sırdaş, sırdaş olmayan ayrımının yanında, akıllı olan ve olmayan gibi nurtopu bir ayrıştırma konumuz da oldu. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi.

 

Sektörün ayağa kalkması, dipten çıkması için daha önce de belirttiğim gibi; öncelikle güncel olmayan sözüm ona güncel Euro kurunun güncellenmesi, perakende satış fiyatı 10 TL ve altı olan ilaçlara, iskonto ve indirimden bağımsız 50 kuruşluk kutu başı meslek hakkı verilmesi lazım, eğer sorunları çözmek için bir yerlerden başlayacaksak. Yapılması gerekenler belli...

 

Bir de akıl deyince aklıma geldi; yıllık 1 milyar TL’yi geçtiği ifade edilen yurtdışından getirilen ilaçlar, kooperatifler aracılığıyla doğrudan eczaneler üzerinden geçse nasıl olur? Hem bu pazara göz dikenleri engellemiş, hem de ilacın eczanede kalmasını sağlamış oluruz, ekonomilerimize sağlanacak katkı da bonus olur, akıllı eczane projecileri, buna ne dersiniz?

 

Yoksa açık zenci eczacılara 25, koyu zenci eczacılara 75 verilmesini sağladık, siz aslında köle değilsiniz mi diyorsunuz? Oysa hepimiz;  “Laporluyuz biz ne farkı krallığı” emrine verilmiş köleleriz aslında...

 

TOKİ’ye mi vereceğiz eczanelerimizi, akıllı ev gibi mi olacak akıllı eczaneler, kapıdaki sensörler raporlu hastayı görünce, kasa yanındaki mekanizmalar fermuarlı çantayı otomatik olarak hazır mı edecek? Bilemem de, bildiğim tek şey:

 

Akıl, akıl demekle akıl artmaz,

        

Ekonomik koşullar düzeldiği zaman,

 

Bütün eczaneler akıllı olur,

 

Merak etmeyin.

 

...

 

Saygılarımla..

 

 

s.sofugil@eczacininsesi.com  

 



Dosya

Özgür Köşe

Dünyada Eczacılık

Sektörel Bakış

Çepeçevre

Kültür Sanat