İletişim çağında iletişimsizlikten kırılan bizden başka bir topluluk yoktur diye düşünüyorum.

 

Çünkü doğru iletişimin olabilmesi için en başta kendinizi doğru ifade etmeniz, karşı tarafla doğru dili kullanmanız gerekmektedir. Hani son günlerde televizyon reklamında oynayan çocuğun Corç Emmi’ye yaptığı gibi meramınızı “Eeeyle dümdük, eeeyle yüzüne!!!” ifade etmeniz lazım ki karşı tarafta gerekli etkiyi sağlasın. Yoksa iletişim dediğiniz şey “Ben ne söylerim tamburam ne çalar” anlamına gelen Farsça “Men çi guyem, Tenburem çi guyed” atasözünden öte bir anlam taşımaz.

 

Çünkü iletişim ikili yapıdadır, tek taraflı olmaz. Tek taraflı çalışan emir, buyruk, azar olur ki; senelerdir bunu iletişim olarak algılayan bir topluluk ve onun yöneticilerine göre Corç Emmi bile daha bizden, içimizden biridir.

 

“Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı” ndan tutun da, “Söylediklerin karşındakinin anladığı kadardır” a varıncaya dek o  kadar çok  kendini doğru tanımlamanın, doğru iletişim kurmanın önemine vurgu yapan atasözü, deyim, şiir var ki, başlı başına yazı konusu olur.

 

“İletişime, kendini ifadeye niye bu kadar taktın şimdi, her rengimiz tamamdı da bir tek bu muydu noksan???” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Önemli... Neden mi önemli? Çünkü eskiden beri  kendini en iyi şekilde ifade eden topluluklar iletişimde başarılı olmuş, diğerleri tarih sahnesinden kaybolup gitmiştir.

 

O kadar çok örnek var ki etkili ve doğru iletişime konu olabilecek, bir çoğunu hepimiz biliriz. Ama burada önemli olan iletişime geçebilmek için önce kendimizi, kendimiz doğru tanımlamalıyız ki ifade etmek istediğimiz her şey karşı tarafa doğru bir şekilde geçsin, doğru ve düzgün bir iletişim kurulabilsin. Yoksa siz kendinizi doğru tanımlamadıysanız kimse de sizi doğru bir tanımlama içine sokmaya çalışmaz. Toplumun diğer kesiminin öyle bir görevi yoktur çünkü...

 

Öyleyse biz de meslek olarak kendimizi doğru tanımlayabiliyor muyuz, doğru ifade edebiliyor muyuz, ters köşeden bir bakalım:

 

6197 Sayılı Kanunumuzda 2012 yılında yapılan değişikliğe kadar eczacılık tanımı yer almıyordu. Eczacı ne yapar diye sorulduğunda kanunumuzda bununla ilgili açık bir hüküm olmadığı için neredeyse sadece ilaçla ilgili görevleri yapabilen bir meslek olarak algılanıyordu. Eczanelerin sabun satamayacağını düşünen ve bununla ilgili olarak sabun satan eczacıdan savunma isteyen Sağlık Grup Başkanlığı yazısına bile rastladım zamanında...

 

“Eczacılık” ın tanımı yapıldı da sorunumuz çözüldü mü? Hayır çözülmedi! Niye derseniz biz daha hala kendimizi kanunumuza giren hukuki tanıma göre bile doğru tanımlayamadık, hala başkalarının yorumuna göre kendimizi ifade etmeye çalışıyoruz.

 

O da yetmezmiş gibi, vahşi ve saldırgan pazarlama tekniklerini kendimizi tanımlamak için kullanıyoruz, ve bunu işin doğası gereği doğrudur deyip kabulleniyor ve destekliyoruz.

 

Çağımızın saldırgan pazarlama ve satış araçlarından biri olan reklam alanından bile yine o sistemin kendi atasözü haline gelen “reklamın kötüsü olmaz” geyiği çerçevesinde hareket ederek derdimizi anlatmaya, iletişim kurmaya çalışıyoruz.

 

Reklamın kötüsü olmaz mı? Bal gibi olur!!!

 

Mesela; koyu bir Fenerbahçe taraftarı, Galatasaraylı Melo’ya tüm kameraların önünde stadyum çıkışı kendini meşhur etmek için saldırsa meşhur olur mu? Olur... Reklamını yapmış, kendini tanıtmış olur mu? Olur.... Peki bu şöhret ona ne kazandırır???

 

Kaldı ki siz bir topluluğun reklamını yapmaya değil, o toplumun sorununa dikkat çekmeye ve toplumun diğer kesimlerinin de desteğini alarak mevcut sorunu çözmeye çalışıyorsanız bu yaptığınız bir reklam değildir, temsil ettiğiniz topluluk da ticari bir meta değildir.

 

Dolayısıyla da sorunu satın alınacak bir “mal” gibi ortaya koyarsanız, kusura bakmayın ama kimse kimsenin sorunu satın alacak kadar haMAL değildir.

 

Diğer taraftan; reklamcılık sektöründe bile ilke olarak benimsenmiş sanılan geyiğin aksine, bir şey hakkında amaç sadece konuşturmaksa kötü reklam o zaman tercih edilir, ama amaç benimsetmekse reklamın iyisi de kötüsü de kesinlikle olur.

 

Hele hele insanların hayatlarını karartan, dünyalarını başlarına yıkan yaşadıkları ekonomik krizi karikatürize etmek, olsa olsa kötü bir şaka olabilir!!! Ciddi olunduğunu sanıyorum, anlamaya, savunacak sahip çıkacak bir yer bulmaya çalışıyorum, ama başaramıyorum...

 

Aklımda deli sorular;

-Yüzde ellisi batmış bir mesleğin diğer yüzde ellisi nerede?  Evde uyuyor mu???

-Bakım; “ev”de bakım mı, yoksa “günübirlik tedavi” şeklinde mi olmalı? Bakmak isteyen halk ne yapmalı??? Kaçına bakabilir, nüfus ve mesafe kriteri var mı???

-”Zor durumdayım” la başlayan cümleler borç istemek içindir... "Zor durumda” derken, borç mu istiyorsunuz? Kaç para lazım? En son ne olur???

-2009’ da bir tekini bile feda edemeyiz dediğiniz insanların yüzde ellisini ne ara şüheda ettiniz???

-Kaybı 1 kişiden 12 bin kişiye çıkarana dek 6 sene geçtiyse, bir altı sene sonra diğer yüzde elli için de aynı şekilde iddialı mısınız???

-Bu reklam çalışmasını size kabul ettirenler,  “görünmez elbise çok yakıştı” deyip sizi adeta sokağa salıvermişler, “farkındalık” meydana getirmeye çalışırken başarısızlığınızı “ilan” etmişsiniz, farkında mısınız????

- ...

...

 

Tamam da ne yapalım demeyin. Şu bilgileri bir içselleştirelim:

 

Öncelikle ilaç herhangi bir ticari bir mal değildir. Vazgeçilemez, ertelenemez, yerine başka bir şey konulamaz, yokluğu telafi edilemez hayati bir üründür. Dolayısıyla da bu ürünü insanlara sunan eczacılar da, sundukları hizmet de ticari bir meta değildir. Yaşadıkları hayatta kalma ya da yok olma sorunu da mesleki bir sorun değil, içinde bulundukları toplumun gelecekte de var olma ya da yok olma sorunudur. Göreceli olarak yaptıkları hizmet çok değersizmiş gibi gözükse de, içinde bulundukları toplum için su kadar, hava  kadar değerlidir.

 

Su ne kadar değerlidir ki, bildiğin su işte deyip de geçmeyin.

Su mu pahalıdır, elmas mı diye sorsam, ne cevap verirsiniz?

Tabi ki elmas değil mi?

...

Pekiii;

Sahra Çölünün ortasında hiç bir aracınız gereciniz yok, yaya olarak orada günlerce güneşin altında kalmışsınız ve  elinizde sadece “Kaşıkçı Elmas” ı var. Biri de elinde buz gibi sularla gelip, kendisine o elması verirseniz size bir kaç litre soğuk su vereceğini söyledi. Ne yaparsınız???

Bir şişe suyu “Kaşıkçı Elmas”ı karşılığında alır mısınız, almaz mısınız???

...

İşte; ilaç temininde eczane eczacılığını ortadan kaldırırsanız da, halk sağlığı çölün ortasındaki yayaya döner, normal olarak eczaneler üzerinden ulaşsa 10 TL’ye mal olacak insüline 800 Euro öder hale gelirsiniz... 

...

Onun için ne eczaneleri ne de halk sağlığını çöle çevirmeyin...

Devletin kaynaklarını israf etmeyin...

Denilse,

Daha doğru olmaz mı???

Corç Emmi ye der gibi,

Eeeyle sıfatına sıfatına!

...

Saygılarımla...   

 

s.sofugil@eczacininsesi.com

 



Dosya

Özgür Köşe

Dünyada Eczacılık

Sektörel Bakış

Çepeçevre

Kültür Sanat