Her toplumun genlerinin karakteristiğini ortaya koyan, çeşitli edebi eserleri vardır. Bunların başında yazarı anonim olan öyküler ve masallar gelir. Hayvanları insan gibi konuşturarak belirli bir toplumsal davranış şeklini öğretmeyi, çoğunlukla da ahlaki yapıyı düzgün bir şekilde oluşturmayı amaçlayan bu tip eserlerin başında da “Fabl”lar gelir.

 

Bizden olana değil de, Batıdan gelene daha fazla değer verdiğimiz için ilk Fabl yazarı bizim topraklarımızdan çıkmasına rağmen, içimizden biri olan Frigya’lı Ezop’tan daha çok La Fontaine’ i daha çok bilir ve benimseriz.

 

Oysa Ezop; baskıcı bir yönetim yüzünden düşüncelerini küçük hayvan hikâyeleri ile anlattığı için olabileceğinden çok daha fazla bizdendir.

 

Bu yabancılığa bizim bilinçaltımıza yerleştirilen beklentilerimiz mi etkendir?

Bilinmez...

...

Genellikle bizler; daha çok olağanüstü kahramanlıkları anlatan destanları, masalsı kahramanları ve onların hikâyelerini dinlemeyi daha çok severiz.

 

Kelle koltukta üç gün savaşan Genç Osman’ın türküsünü bilmeyenimiz yoktur mesela.

...

La Fontaine’in Karga ile Tilki hikâyesini hepimiz biliriz ama Ezop’un masallarını pek bilmeyiz, bilsek de  Ezop’un olduğundan haberimiz yoktur.

 

Mevlana’nın Mesnevi’sinde yer alan Fabl’lar da çok güzeldir ama Mevlana’yı sözde hepimiz çok sevmemize rağmen bir tanesini anlat desek kaç kişi anlatabilir???

...

Birçok masal, Fabl, destan vb. dinlemiş ya da okumuşuzdur.

 

Okuduklarım arasında beni en çok etkileyenlerin başında mesleğimizin içinde bulunduğu durumun gerekçesini ortaya koyduğunu düşündüğüm “Kendini Tavuk Sanan Kartal”ın hikâyesi gelir:

 

“Bir zamanlar, büyük bir dağda yuva yapan kartal 4 tane yumurtası ile birlikte yaşıyormuş. Bir gün bir sarsıntı olmuş ve yumurtalardan bir tanesi yuvadan yuvarlanarak vadideki tavuk çiftliğine kadar düşmüş. Çiftlikteki tavuklar, bu değişik ve normalden büyük yumurtayı sahiplenmeye karar vermişler. Tavuklardan bir tanesi bu yumurtayı ve içinden çıkacak yavruyu, koruması altına almış.

Bir gün, küçük kartal yumurtadan çıkarak dünyaya gözünü açmış. Çevresinde tavukları görmüş ve kendini bir tavuk zannetmiş. Bütün tavuklar da ona bir tavuk gibi davranmışlar. Zaman içinde “Ben çevremdeki tavuklara benzemiyorum, acaba ben kimim?” diye kendi kendine sorular sormaya başlamış.

Ama bu kuşkusunu bir türlü dile getiremiyormuş. Ne de olsa o bir tavukmuş ve tavuk olduğunu da bilmeli, kabul etmeliymiş. Bir gün çiftlikte diğer tavuklarla oyun oynarlarken, bir grup kartalın özgürce uçtuklarını görmüş. “Aman Allah’ım, ne kadar güzel uçuyorlar. Ben de onlar gibi uçmak istiyorum.” demiş. Tavuklar, bu sözlerine hep birlikte gülmüşler.

“Sen bir tavuksun ve tavuklar uçamaz!” demişler.

Küçük kartal, artık daha sık gökyüzüne bakıyor ve uçan kartalları arıyormuş. Ne zaman bu düşüncesinden arkadaşlarına, ailesine bahsetse, hep şu cevabı alıyormuş.

“Sen bir tavuksun. Bırak bu hayalleri.”

Zamanla, küçük kartal da bu düşünceyi kabul etmiş ve hayal kurmaktan vazgeçmiş. Oysa hayalleri bir kanat çırpışı kadar uzaktaymış. Sadece bir kanat çırpsa yapabileceğini görecekmiş...”

...

“Siz; her ilacı reçeteli vereceksiniz, bakkallar değil reçetesiz alenen bile satabilir ama siz satamazsınız! En ufak bir hatanızda paranızı keseriz! Kesmekle de kalmaz, hayatı size zindan ederiz!”

Diyen bir anlayışın soktuğu korkak tavuk psikolojisinden çıkmak gerektiğini, silkinip tıpkı bir kartal gibi kendine gelmemizi söyleyenlere karşı “Ama biz tavukmuşuz!!!?” diye mi cevap vereceğiz, yoksa “Ben de bir kartalım!” mı diyeceğiz?

Seçimlerimiz belli edecek!

...

        

“Ama şu şunu söylüyor, bu bunu söylüyor, hangi birine inanacağız, kafamız karıştı” ya da “Zaten başaramazlar” diyenleri de şahsen hayatım boyunca hiç dinlemedim. Neden mi?:

 

Kurbağalar bir gün yarışma düzenlemiş. Hedef; çok yüksek bir kulenin tepesine çıkmakmış. Bir sürü kurbağa da arkadaşlarını seyretmek için toplanmış ve yarış başlamış. Gerçekte seyirciler arasında hiç biri yarışmacıların kulenin tepesine çıkabileceğine inanmıyormuş. Sadece şu sesler duyulabiliyormuş:

 

’’Zavallılar! Hiç bir zaman başaramayacaklar!’’

Yarışmaya başlayan kurbağalar kulenin tepesine ulaşamayınca teker teker yarışı bırakmaya başlamışlar. İçlerinden sadece bir tanesi inatla ve yılmadan kuleye tırmanmaya çalışıyormuş. Seyirciler bağırmaya devam ediyorlarmış:’

        

’Zavallılar! Hiç bir zaman başaramayacaklar!’’
        

Sonunda bir tanesi hariç, hepsinin ümitleri kırılmış ve bırakmışlar. Ama kalan son kurbağa büyük bir gayret ile mücadele ederek kulenin tepesine çıkmayı başarmış. Diğerleri hayret içerisinde bu işi nasıl başardığını öğrenmek istemişler. Bir kurbağa ona yaklaşmış ve sormuş;

’’Bu işi nasıl başardın?’’ diye.

O anda farkına varmışlar ki; Kuleye çıkan kurbağa sağırmış!”
...

Hayallerimizi, hedeflerimizi gerçekleştiremeyeceğimizi söyleyen kişilere karşı hep sağır kalınmalı da ondan.

...

Haaa, bu arada; en köklü biziz, en güçlü biziz, bizim büyük iddialarımız yok ama kesin birinciyiz diyenler de olabilir. Onlara da bu hikâye Ezop’tan gelsin:

 

“Bir adam ile bir aslan birlikte yolculuk ediyorlarmış. Hangisinin daha cesur ve güçlü olduğu konusunda tartışmaya başlamışlar. Yolda, bir aslanı boğan bir adam heykeline rastlamışlar.

“Görüyor musun?” demiş adam, aslana, “Bu heykel, insanın daha güçlü olduğunun en iyi kanıtı değil mi?”

 

“O senin yorumun” diye cevap vermiş aslan,

“O heykeli bir aslan yapsaydı, aslanın pençesinde en az yirmi insan olurdu.” demiş.”

...

“Hiç büyük konuşmayın” diyor Ezop bu hikâyenin sonunda...

...

Saygılarımla...

 

 

s.sofugil@eczacininsesi.com   

 



Dosya

Özgür Köşe

Dünyada Eczacılık

Sektörel Bakış

Çepeçevre

Kültür Sanat