Hergün eczanelerimizde:

 

-Sizde niye bu kadar pahalı?  “aşağıdaki eczane” de daha ucuz?…

 

- “Aşağıdaki eczane” de fark çıkmıyordu, sizde neden fark çıktı?...

 

Veya benzeri diyaloglara hemen hemen hepimiz muhatap oluyoruz.

 

Ve hepimiz bu “aşağıdaki eczane” lere sinir olup kendi çapımızda araştırmaya, soruşturmaya başlıyoruz; hangisiymiş bu “aşağıdaki eczane” diye?

 

Hatta elektrik faturasını bankaya götürüp yatırdığından, eve kadar gelip kuluncunu ovduğuna kadar çeşitli back-up hizmetlerini de yerine getirdiğinden ve bu hizmetleri sizin niye vermediğinizden şikayet ederek sizi  küçümseyenlerin dolduruşuna gelip sabah normal seyir halinde olan tansiyonunuz birden 18’e yükseliveriyor. “Bari kupa da çekseymiş” diye söylenerekten…

 

Bazısı doğru çıksa da bu gibi durumlarda “öyleyse oradan alın, ben olsam hemen giderdim, burada vakit kaybetmeyin, hiç kaçırmayın” diyerek ardından gelecek hikayeleri dinlemeyi çok seviyorum. Bazen çok yaratıcı hikayeler çıktığı gibi, bazen de öyle hikayeler çıkıyor ki, akıllara zarar.

 

Etik ve deontolojiye aykırı davrananların kimler olduğunu, o “aşağıdaki eczane”nin hangisi olduğunu yine de merak ediyorsunuz değil mi? Sizi bu meraktan kurtaracağım ama Etik kurallar ve Deontoloji bize ne diyor, neler yaşadık, önce ona bir bakalım.

 

Zira; 90’lı yıllarda sürekli artan ilaç fiyatları, şimdi nereye koyduğumuzu bile unuttuğumuz sürşarj cihazlarının gölgesinde eczane ekonomilerimizde kriz nedir bilmezken, etik ve deontoloji kurallarına uymayanları tespit etmek o kadar kolaydı ki ve etik olan, olmayan ayrımı o kadar net yapılabiliyordu, etik bozulmayla o kadar ciddi mücadele ediliyordu ki, odaların haysiyet divanları neredeyse her hafta bir-iki dosyayı karara bağlıyordu.

 

“Meslektaşlarımıza saygı göstereceğimize” yemin ederek başladığımız meslek hayatımızda bu yemine ne kadar bağlı kaldığımızı ve Deontoloji Tüzüğü’nün “eczacılar meslekle ilgili anlaşmazlıkları önce kendi aralarında çözmeye çalışırlar” hükmüne ne kadar uyduğumuzu, odaların haysiyet divanlarına giden dosya sayılarında artış ya da azalma olup olmadığını bilmem ama, artık bizler kendi kendimize ve etrafımıza bakmaya başladık.

 

Meksika’daki yerliler; İnka Tapınaklarına çıkarken hızlı yol aldılarsa, birden durup uzun süre dinlenirlermiş, “çok hızlı yol aldık, ruhlarımız geride kaldı, ruhlarımızın bize yetişmesini bekleyelim” derlermiş ya, adeta biz de onlar gibi oturup dinlenmeye, ne olup bittiğini anlamaya, 90 ‘lı yılların ve SSK hengamesinin koşuşturması arasında unuttuğumuz ruhlarımızın bize yetişmesini beklemeye başlamış gibiyiz: Yorgun ve dağılmış…

 

Bir şeylerin eksikliğini hissediyor herkes.

 

Eskiden bazılarımız; kibrit çöpü de olsa, 40 tanesinin yan yana olduğunda kırılmayacağını, Simurg’un 30 kuş demek olduğunu anlatmaya çalışırken, diğer bazılarımız masal masal matitas tadında dinlese de, bugün birinci kamarada da olsa, ambarda da olsa aynı gemide olduğunun farkına varmaya başladı.

 

Ekonomik açıdan güçlenmenin, ayakta kalmanın yollarını aramaya, formüller üretmeye başladılar.

Ama; yine de bir şeyin eksik olduğunun farkındalar da, o eksik olan ne?

 

Bu sorunun cevabını bulmak lazım…

 

Ters köşeden sorayım;

 

En son ne zaman komşularınıza “merhaba” dediniz?  

En son ne zaman nöbetine yardıma gittiniz veya "bir eksiğin var mı, yardım lazım mı" diye sordunuz?

 

Bir musibet bin nasihatten iyidir derler ya, fakültede aldığımız görünür eğitimin yanında laboratuar çalışmaları sırasında her türlü güçlüğe tahammül etme, uyum sağlama yeteneği de damla damla titrasyonlarla, hassas tartımlardaki sıralarda farkında olmadan sabır eğitimi olarak verilmiş ve başarmıştır denilerek diplomalarımızla birlikte ayırdında olmasak da verildiğinden, son zamanlarda yaşadığımız sıkıntılarla eksik kaldığımız eğitimin farkına şimdilerde yavaş yavaş vardığımızı düşünüyorum...

 

Ekip ruhu ve yardımlaşma!

 

Gördüğümüz eğitimi bir daha göz önüne getirirseniz, neredeyse hiçbir laboratuar çalışmasında ekip olarak çalışmadık, yardımlaşmadık. Preparatını ilk önce hazırlayan, deneyini ilk önce tamamlayan laboratuardan arkasına dönüp bakmadan çıkıp gitti. Eczanesinde en çok reçeteyi karşılayan,en pahalı ilaçları en çok satanlar çok kazandı aldı başını yürüdü gitti. Ardına bakmadı.

 

Yaşanan süreçte her ne kadar kademe kademe kademelendirilerek birbirine düşman edilmeye çalışılmış olsa da, herkesin aynı hızda eridiğini, yoksullaştığını ve yalnızlaştığını hemen hemen herkes fark etmeye başladı.

 

Ama; hala Meksika’lı yerliler gibi oturduğu yerde öylece bekliyor.

 

Bu kadar dinlenmek yeterli değil mi???

 

Daha kaç komşunuzun, dostunuzun, arkadaşınızın eczanesinin kapanmasını bekliyorsunuz???

 

Kalkıp çoktandır uğramadığınız bir meslektaşınıza gitmenin, hatta yolunuzun üzerindeki tanımadığınız bir meslektaşınıza uğramanın; içten karşılıksız bir “merhaba, hayırlı işler” demenin vakti gelmedi mi???

 

İnanın;

 

O “aşağıdaki eczane” nin yüzde doksan oranında uydurma olduğunu, hatta bu yazıdan sonra bile ama “aşağıdaki eczanede şöyle” diyerek size gelenlere kızmayıp, gülümsediğinizi göreceksiniz.

 

Beklediğiniz ruh;

aşağıdaki,

yanınızdaki,

sağınızdaki veya uzağınızdaki,

hangisi olursa olsun hala meslektaşınızın sahip olduğu

O eczanede!

 

Saygılarımla…

 

 

s.sofugil@eczacininsesi.com

 



Dosya

Özgür Köşe

Dünyada Eczacılık

Sektörel Bakış

Çepeçevre

Kültür Sanat